Bu bir hafta boyunca operasyon, kontrol diyaliz şeklinde tek gün sekmeden medikal bir alanda geçirdik. En son cuma günü annemin onu yıllardır takip eden doktorla randevusu vardı. Hastanenin koridorlarında yürürken hol boyunca bahçeye açılan camlardan içeri rengarenk ışıklar giriyordu. Dönüp baktığımda camlara asılı renkli vitray resimler ve yanlarında onları yapan minik eser sahiplerinin fotoğraflarını gördük. Serginin adı ‘Benim Gözümle Bak’ idi. Ve şöyle yazıyordu; Diyabetli çocukların dünyasına hoş geldiniz! Şaşırdım hiç bilmiyordum bu yaşta küçücük çocukta diyabet mi olurmuş? Nasıl zamanlardır bunlar? Anne senin gençliğinde duyuyor muydun böyle hastalıklar çocuklarda? Hayır o da şaşırıyor..Paketten açılmış hazır gıdaların, mikrodalgaya koy pişir plastikleşmiş yiyeceklerin bu kadar yaygınlaştığı çağda artık doğala dönelim desekte bu defa topraktan gelen meyve, sebzenin içine kontrolsüzce giren zehirler, değil diyabet daha pek çok türlü hastalıkların türeyip her yaşta insan sağlığını tehdit etmesine sebep oluyordur. Ama bugün konu çocukların diyabetle ilgili anlatımlarınında mini belgesel olarak çekildiği sergide özetle, ülkemizde binlerce sayıdaki 18 yaş altı diyabetli çocuğun yaşamlarını gölgeleyen konunun hastalıktan ziyade, toplumda ki hastalıkla ilgili algılar, önyargılar ve duyarsız tutumlar olduğu için, bu kırılganlıklarını camda vitray sanatıyla ifade edip sanatla dışavurarak içinde bulundukları duruma bizlerin empatik bakış açısı geliştirebilmemizi amaçlıyordu sergi. Çocukların böylesi küçük yaşta kaderlerine yazılmış olan bu zorluğu yüklenmiş olmalarına içerledik. Ama ötekileştirilmelerinin, anlaşılmamanın acısını yaşamalarına da ayrıca üzüntü duyduk. Çocukların işi zaten zor. Okulda rehberliğin ve verilen seminerlerin çoğu zorbalık üzerine. Birde onları ayıran farklı durumları olduğunda insanlara büyük küçük laf anlatmak zorunda kalmaları ne kadar can sıkıcı olmalı. İnsan yaşama bazen 1-0 geriden başlıyor gibi ama sanırım böylesi zorluklar bir yandan hele ki doğru destekle insanın her koşulda kolay kolay yenilmeyen bir güç geliştirmesine yarıyor. Hepsi yaşının ilerisinde, hepsi aydınlık geleceğin neferleri olmuş bile. Bu kırılganlığı ile orda durup yaşadığı deneyimi anlamlandırmaya, bizlere anlatmaya çabalayan ve bunu en iyi şekilde yönetmeye niyet etmiş bu güçlü ve cesur çocukların önünde tek tek durdu annem ve şifa duası etti.



Bu çocukların arasından gelecek olan doktorları astronotları kutladık. Bize de güç verdiler hastaneden çıkarken kendimize şükredecek ne çok şeye sahip olduğumuzu konuşarak tuttuk evin yolunu.. Mesela kontrolümüz gayet iyi geçmişti!
Eve varınca birkaç gündür artan boyun tutulma ağrılarım dolayısıyla bir kas gevşetici alıp İkide Bir yazma günümü okuma gününe çevirdim. Herkes neler yazmış ve daha çok onlardan haber almaya ihtiyaçla okudum..Bir ara kapı çaldı kargo elime bir paket tutuşturup gitti. Paketi açtığımda çocukluk dostum, kitap arkadaşım Müge’den bir notla ‘Beni Büyüten Kadınlar’ adlı kitap çıktı içinden. Damla Çeliktabanın bu kitabını daha ilk çıktığında meraklanıp almıştım. ‘Ah demek anneler ve kadınlarla, kendine bakım verip büyütmek ile ilgili olan bu kitabı sanırım bir de şimdi tekrar okumam gerekiyor vardır bir hayrı’ diyerek içini açtığımda yazardan minik bir imzalı not keyfimi iyice yerine getirdi.


Açıp okumaya tekrar hatırlamaya başladım içeriğini; Yazar, ergen yaşında peş peşe kaybettiği annelerinin (anneanne, teyze, anne) ardından başladığı anne arayışını kitaplarda kadın yazarlarda ve en çokta Clarissa Estes’le buluştuğu yolculukta, anılarından ustalarından aldıklarını kendi bileliği ile harmanlayarak kısa kısa paylaşıyor kitapta. Bir minik bölümde bunu şöyle anlatıyor: “İnsanlar, giderler!” dedi Ustam, “Bunu unutmayın”. İnsanlar giderler! Ne kalır geriye? Bir genç kız, çevresinde hiç kadını kalmamışken nereden öğrenir bu dünyada kadınca yaşamayı? Benim durumumda elime kalan şey kitaplardı. İçe kapanık bir çocuktum. Kitaplarım vardı. Kadınların yazdığı kitaplardan öğrenmeye kalkıştım kadın olmayı. Ne yaptığımı da bildiğimi söyleyemem. Okudum sadece. Edebi anneler buldum kendime. Annesiz kalmış bir kadın baktığı her yerde anne arıyormuş meğer.’’
İnsan görülmek duyulmak istiyor işte. Böylece kendi varlığına, yaşadığına tanıklık edeni olunca anlamak ve anlaşılmak ihtiyacını karşılıyor. Diyabetli çocuklar ‘bak benim gözümden gör’ diyorlar ya, sen kendi algındaki perdeyi kaldırdıkça karşındakinin gerçekliğini görüyor onunla yargısız iletişime geçiyor ve ona da varoluşunda ki yerini yansıtabiliyorsun aslında..Bir bilge büyükanne, rehber arayışı ve yaşam yolculuğunda insanın kendine annelik etmeye başlamasına dair okuduğum kitapların sayısı son birkaç yılda ne kadar artmış diye düşündüm. Bende kitaplarıma sarılıp onları kendime beslenme kaynağı yapmışım sanki. Ve beslenip büyüdükçe etrafımda büyümekte olan serpilen ve kendi yolculuğuna çıkmaya hazırlananları daha rahat görmeye başladım. Bırakma vaktindeyim aslında.. Şimdi hemen değil ama sadece yanlarında durmamı, görülmeyi, duyulmaya olan ihtiyaçlarını fark ediyor o sınırda kalmaya çabalıyorum. Bir kaç yıl-lar olmuştur sokakta yanlarında yürürken elimi bırakmaya başlamaları..İlk defa okul bahçesine girerken başladı bırakışlar orası onların alanı orda tüm gün kendi akranlarıyla bireyselleştikleri kendi başlarının çaresine baktıkları yerde benle mesafelendikçe cesaretleri arttı. Kanatlarımı gör diyen bir çocuğun duyulması çok kıymetli. O kanatlara güven duyup uçabilmek için yine yapabildiklerinin görülmesine ihtiyaçları var. Hepimizin öyle değil mi aslında? Bende şimdi bir zorlukta elimi uzattığımda, yaşamın ‘hop al yakala’ diye hemen bir ip atacağını sanmayı bırakalı bakıyorumda çok olmuş. Belirsizliklerin, boşlukların olduğunu ve fakat o boşluklarda illa ki tutunacak bir şeyler ya da birilerini bulmak için çırpınmak yerine, kendini boşluğa bırakınca yaş almış kanatlarımla süzülebileceğimi algıladım.Yaşama güvenmek böyle bir şey sanırım. Yetişkinlikte artık sanki bu tanıklık ihtiyaçlarımız azalıyor ama bitiyor diyemem, duyulmak, görülmek, sosyalleşmek her daim şifa insana ama kimseye eyvallahı kalmamaya kendi şahitliği kendine yetmeye de başlıyor insanın. Tabi bunun için ‘canım sağolsun’ diyerek kendi omzunu sıvazlamayı öğrenmek gerekiyor. Sonra işte yelkenler fora kim tutar seni esas özgürlük tam böyle bir halde başlıyor. Annem bu yaşların en güzel yanının bu olduğunu söylüyor; daha önceleri taktığım hiç bir şeyi ve kimseyi kafama takmıyorum diyor, oh ne güzel!
Anne anne derken geldik mi babalar gününe?! Biliyorum biliyorum bu kıymetli sevgilerimizi tek bir güne indirgeyip ticari bir yere taşıyor şu özel gün kutlamaları. Ama bunca anne demiş ve yazım babalar gününe denk gelmişken bana işte o ‘canın sağolsun’ cümlesini öğreten ve bence ilk ve en çok sarfeden kişi babamı anmadan geçmek istemedim. Kendileri yıllardır ve halen şehirden bir miktar uzakta yaşıyor ama başım sıkışsa arayıp danıştığım akıl hocam, bana göğe bakmayı öğreten yedi torunun büyükbabası! Bir hata yaptığımda üzülmememi tembihleyip canın sağolsun diyerek sırtınızı sıvazlayan sizden bilge biri oldu mu, hayatta desteğin en büyüğünü almış oluyorsunuz. Gölgesi yeter derler ya öyle şanslı evlatlardandım. Uzak diyarlara göçmüş ya da şükür hala başımızda olan, bir canlıya canı gönülden kendini vakfedip bakım verip babalık yapan, yaşamı destekleyen tüm erkeklerin babalar günü kutlu olsun..Bugün çocuklarım babalarını sarılıp öperken ocağı güvende ve korunaklı tutan kıymet, baba dedik annemle ve sonra karşıma çıkan bir gönderide şöyle diyordu: ‘‘Bana bir masal anlat baba içinde kadınlar özgür, sokaklar herkes için güvenli, hayvanlar güvende, içinde hak hukuk adalet ve kocaman ormanlar olsun..ve beni hep çok sev..’’
Hayattaki babalara sağlıklı uzun ömür, giden babalara rahmet diliyorum. Benimki gideli 4 yıl oldu ama iyi ve uzun yaşadı, yatıp kalmadan kapadı gözlerini, büyük teselli sebebi bizim için. Zira annem genç denilecek bir yaşta 6 ayı aşkın çok acılı bir hastalık süreci sonunda vefat etmişti, insan ölümün de güzelinin olduğunu o zaman anlıyor.
Sizin çizim de, diyabetli çocukların vitrayları da çok güzel, elleriniz dert görmesin. Ben de bugün ikide bir gününü bir gün erkene alıp Babalar Günü şerefine ölümü sonrası yazdığım bir yazıyı paylaştım, yarın biraz yoğun bir gün olacak, yazamayabilirim düşüncesiyle.
Size ve annenize sevgiler yolluyorum...
Çiziminizi çok beğendim. Duygusal bir matruşka gibi göründü bana. Çocukların sanat eserleri de şahane. Bu kadar suni bir dünyada küçücük çocukların mâruz kaldığı bu hastalıklar insanoğlunun ders almasını gerektirir. Ama kapitalizm, para, güç bir insan hayatından daha kıymetli maalesef.
Baba olduğunun bilincinde, ömrünü çocuklarına vakfetmis tüm güzel kalpli babaların günü kutlu olsun. Bu özel günleri de tüketim canavarına kaptırmış olmak, değerlerin asıl amacını çökertiyor. Çevremize insan olduğumuzu unutmadan yaşamayı aşılayabilme dileğiyle...